İlgili Kanun / Madde
6098 S. TBK/49,50,51
T.C
ANAYASA
MAHKEMESİ KARARI
Baş.V. No. 2019/430
RG. T. Sayı23/5/2023-32199
Tarihi: 23/3/2023
İŞ KAZASINDAN DOĞAN TAZMİNAT DAVASINDA ZAMAN AŞIMININ BAŞLANGICI
MAHKEMENİN DAVACININ ZARARI ÖĞRENDİĞİ TARİHİ DAR YORUMLAMASI
GERÇEK ZARARIN ANCAK BİLİRKİŞİ RAPORUNDA SONRA BİLİNİR HALE GELDİĞİ
ZAMANAŞIMI SÜRESİNİ ZARARIN BİLİRKİŞİ TARAFINDAN HESAPLANMASINDAN İTİBAREN İŞLEMEYE BAŞLAYACAĞI
ÖZETİ: Somut olayda başvurucu her iki davayı Kanun'da öngörülen süre içinde açmış ve toplamda 7.000 TL maddi, 20.000 TL manevi tazminat talep etmiştir. Bununla birlikte dava sürecinde Mahkemece atanan bilirkişiler tarafından yapılan değerlendirmede başvurucunun daimî ve geçici iş göremezlik zararının toplam 121.312,31 TL olarak belirlendiği ve bu tutarın başvurucunun iddia ettiğinden daha yüksek olduğu görülmüştür. Başvurucu bilirkişilerin bu değerlendirmesi ışığında talebini arttırmak üzere Mahkemeye talepte bulunmuştur. Başvurucunun söz konusu zararı bilirkişi raporu alınmadan bilebilmesi ihtimalinin olmadığı ortadadır. Bununla birlikte Bölge Adliye Mahkemesi, başvurucunun olay tarihinden itibaren başlayan on yıllık yasal süre sınırı içinde ıslah talebinde bulunmadığını belirterek ıslah olarak nitelediği alacak tutarı yönünden zamanaşımı süresinin geçtiği sonucuna varmıştır.
Mevcut davaya özgü koşullar dikkate alındığında zamanaşımı süresinin bu şekilde uygulanması başvurucuyu tazminatın tamamını talep edebilme imkânından mahrum bırakmaktadır. Nitekim söz konusu zararın parasal karşılığı ancak ikinci tazminat davası sonrasında bilirkişiler tarafından yapılan değerlendirmeler ile açıklığa kavuşturulmuştur. Üstelik ilgili bilirkişi raporu ancak başvurucunun ilk davayı açmasından yaklaşık 9 yıl, ikinci davayı açmasından ise yaklaşık 1 yıl 10 ay geçtikten sonra düzenlenebilmiştir.
Davaya konu söz konusu zararın tespit edilmesi teknik değerlendirmeler içermekte, dolayısıyla belli bir uzmanlık gerektirmektedir. Mahkeme bu nedenle başvurucunun zararının boyutunun belirlenebilmesi için bilirkişi raporu hazırlanmasına karar vermiştir. Dolayısıyla davanın niteliği ve meselenin karmaşıklığı gözönüne alındığında bilirkişiler tarafından yapılan değerlendirmeler ile açığa çıkarılan zararının tamamını yargılamanın başlangıcında bilmesinin başvurucudan beklenemeyeceği, bu sebeple başvurucunun tüm zararı için tazminat talep edemediği kanaatine ulaşılmıştır.
Nitekim karşılaştırmalı hukukta bireylerin yargılamanın başında alacak veya tazminat miktarını belirleyebilmelerinin kendilerinden beklenemeyeceği hâllerde belirsiz alacak davası veya kademeli dava açabilmeleri mümkündür (bkz. § 33). Türk hukukunda da belirsiz alacak davası kabul edilmiştir (bkz. § 22). Türk hukukunda bu düzenlemenin kabulünden önceki döneme ilişkin olarak açılan kısmi davalarda başvurucuların zararın miktarını dava tarihi itibarıyla öğrenebilmelerinin kendilerinden beklenemeyeceğine işaret eden AİHM, zamanaşımı sebebiyle bedelin artırılması talebinin reddedilmesinin mahkemeye erişim hakkını ihlal ettiği sonucuna ulaşmıştır (bkz. § 38).
Somut başvuruda ise Bölge Adliye Mahkemesi, açılan ek davanın asıl davanın devamı niteliğinde olup ek davayı ilk dava dosyası ile birleştirdiğinden başvurucunun yaptığı bedel artırımının gerçekte ıslah işlemi olduğu sonucuna ulaşmıştır. Bölge Adliye Mahkemesine göre iş kazasının meydana geldiği tarihten başlayan zamanaşımı süresi dilekçenin sunulduğu tarihte dolmuştur. Bu çerçevede bilirkişi raporu doğrultusunda artırılan kısma yönelik olarak dava reddedilmiştir. Dolayısıyla belirsiz alacak davasına ilişkin getirilen yeni düzenleme ikinci davanın açıldığı tarih itibarıyla yürürlükte olduğu hâlde uygulanmamıştır.
Anayasa'nın 11. maddesi uyarınca Anayasa hükümleri yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Buna göre kamu gücü kullanan makamların her türlü iş ve işlemlerinde öncelikle Anayasa hükümlerini gözetmeleri zorunludur. Diğer taraftan Anayasa'nın 138. maddesine göre hâkimler Anayasa'ya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler. Görüldüğü üzere yargı organlarının uyuşmazlıkları öncelikle Anayasa hükümlerini dikkate alarak çözüme kavuşturmaları anayasal bir zorunluluktur. Bu bağlamda bireysel başvurunun ikincilliği ilkesi Anayasa Mahkemesinin ilk elden yani doğrudan inceleme yapmamasını ifade ettiği gibi esas itibarıyla idari ve yargısal makamların önlerindeki meseleleri ve uyuşmazlıkları öncelikle Anayasa'ya uygun biçimde sonuca bağlamaları yönünden birincil derecede sorumlu olduklarını göstermektedir (bazı değişikliklerle birlikte bkz. Mehmet Apaydın, B. No: 2015/13099, 8/1/2020, § 46).
Nitekim özellikle temel kanunlarda öngörülen dürüstlük ve iyi niyet kuralları, hakkın kötüye kullanılması yasağı gibi genel ilkeler ile bazı hâllerde olayın özelliklerine ve durumun gereklerine göre hâkime takdir yetkisi tanınması uyuşmazlıkların çözümünde Anayasa'ya uygun yorum imkânı tanıyan söz konusu etkili hukuksal korumanın bir gereği olarak görülmelidir. Dolayısıyla ister özel kişiler arası isterse de taraflardan birinin kamu gücü olduğu uyuşmazlıklar olsun her durumda hâkimin hukuk kurallarını Anayasa'ya uygun bir biçimde yorumlaması ve yargı yetkisinin kullanımı çerçevesinde özellikle Anayasa ile güvence altına alınan temel hak ve hürriyetlerin korunmasını gözetmesi beklenmektedir (Mehmet Apaydın, § 47).
Somut başvuruda ise başvurucunun dava tarihi itibarıyla davaya konu tazminat miktarını tespit edebilmesinin mümkün olmadığı, tazminat tutarının ancak bilirkişi raporuyla belirlenebildiği ve bu raporun ise zamanaşımı süresinin geçmesine yol açacak şekilde olay tarihinden itibaren 11 yılı aşkın, ilk dava tarihinden itibaren ise yaklaşık 9 yıllık bir süre geçtikten sonra alınabildiği gözetilmelidir. Üstelik başvurucunun bu sürenin uzamasına yönelik bir kusuru da ortaya konulamamıştır. Başvurucunun zamanaşımı süresi dolmadan önce talep edeceği tazminat tutarını gerekirse uzman görüşü de alarak yaklaşık olarak belirleyebileceği şeklindeki bir yorum ise davanın sonunda aleyhe hükmedilebilecek yargılama giderleri de dikkate alındığında adaletin iyi yönetimi ilkesiyle bağdaşmayacağı gibi böylesine bir kabul, Anayasa'nın 141. maddesinin son fıkrasında öngörülen "Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması, yargının görevidir." şeklindeki hüküm ile de bağdaşmamaktadır. Neticede Bölge Adliye Mahkemesinin zamanaşımı süresinin başlangıcı yönünden zararın öğrenilmesi kavramını dar yorumlamak suretiyle başvurucunun zararının miktarını dava açtığı tarihte bilebilmesinin mümkün olmadığı hususunu dikkate almaması, başvurucunun bilirkişi raporuyla belirlenen tazminat tutarının tamamını talep edebilme imkânını ortadan kaldırmıştır. Ayrıca Bölge Adliye Mahkemesinin belirsiz olarak açılan ikinci davayı da ilk davanın devamı olarak kabul ederek belirsiz alacak davasına ilişkin kanun hükümlerini uygulamadığına da dikkati çekmek gerekir. Dolayısıyla somut olayın koşulları altında davaya konu alacağın niteliği ve yargılama sırasında belirlenen miktar da dikkate alındığında mahkemeye erişim hakkına yapılan müdahale başvurucuya şahsi olarak aşırı bir külfet yüklemiştir.
Sonuç olarak başvurucunun açtığı ikinci davadan sonra artırdığı alacak talebinin zamanaşımı gerekçesiyle reddedilmesine ilişkin yorumun başvurucuya şahsi olarak aşırı bir külfet yüklediği, başvurucunun katlanmak zorunda kaldığı külfet hedeflenen meşru amaçla karşılaştırıldığında külfetin orantısız olduğu, dolayısıyla müdahalenin ölçülü olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.
Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.
I. BAŞVURUNUN KONUSU
Başvuru; iş kazasından kaynaklanan tazminat davasında talebin daha sonra artırılan kısmının zamanaşımı gerekçesiyle reddedilmesi ve aleyhe yüksek vekâlet ücretine hükmedilmesi nedeniyle mahkemeye erişim hakkının, yargılamanın uzun sürmesi nedeniyle de makul sürede yargılanma hakkının ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
Başvuru 21/12/2018 tarihinde yapılmıştır.
Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.
Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir.
İkinci Bölüm tarafından 2/11/2022 tarihinde yapılan toplantıda, niteliği itibarıyla başvurunun Genel Kurul tarafından karara bağlanması gerekli görüldüğünden Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün (İçtüzük) 28. maddesinin (3) numaralı fıkrası uyarınca Genel Kurula sevkine karar verilmiştir.
III. OLAY VE OLGULAR
Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:
Başvurucu, hükümlü olarak bulunduğu ve hizmet akdine dayalı olarak çalıştığı Çanakkale Açık Ceza İnfaz Kurumunda 5/1/2005 tarihinde mahpuslardan birinin kullandığı forklift aracının üzerinde iken aracın yükseltilmesi neticesinde yere düşüp kafa travması geçirmek suretiyle yaralanmıştır.
Başvurucu 6/8/2007 tarihinde Adalet Bakanlığı Ceza İnfaz Kurumları ve Tutukevleri İşyurtları Kurumu (davalı Kurum) aleyhine açtığı davada fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla ve kaza tarihinden itibaren işletilecek yasal faizleri ile birlikte 2.000 TL maddi tazminat talebinde bulunmuştur.
Ankara 1. İş Mahkemesince (Mahkeme) görülen davada (E.2007/749) maddi tazminatın hesabı yönünden bilirkişi heyetinden rapor alınmasına karar verilmiştir.
Başvurucu bu arada Mahkemenin 2007/749 Esas sırasında açtığı maddi tazminat talepli davası devam ederken davalı Kurum aleyhine 31/12/2014 tarihinde Ankara 19. İş Mahkemesinin 2015/24 Esas sırasında kaydedilen, 5.000 TL maddi tazminat ile 20.000 TL manevi tazminat istemli olarak belirsiz alacak davası olarak nitelendirdiği bir dava açmış ve bu dava Mahkemece asıl dava ile 12/1/2015 tarihinde birleştirilmiştir.
Sosyal Güvenlik Kurumu İstanbul Sağlık Kurulu tarafından düzenlenen 10/9/2015 tarihli raporla başvurucunun maluliyet oranı %37,2 olarak tespit edilmiştir. Mahkemeye sunulan 27/10/2016 tarihli bilirkişi raporunda başvurucunun karşılanmamış maddi zararı 121.312,31 TL olarak hesaplanmıştır.
Başvurucu 8/11/2016 tarihli bedel artırım olarak nitelediği dilekçesiyle maddi tazminata ilişkin dava değerini bilirkişi raporu doğrultusunda artırmıştır. Davalı Kurum, artırılan maddi tazminat talebi yönünden zamanaşımı defini ileri sürmüştür.
Mahkeme 28/12/2016 tarihinde davanın kabulüne karar vermiştir. Mahkeme gerekçeli kararında başvurucunun bilirkişi raporu üzerine sunduğu 8/11/2016 tarihli dilekçeyi ıslah dilekçesi olarak kabul etmiş ve maddi tazminat bedeli olarak 121.312,31 TL ile manevi tazminat bedeli olarak 20.000 TL'nin 5/1/2005 tarihinden itibaren yürütülecek yasal faizi ile birlikte davalı Kurumdan tahsili ile başvurucuya ödenmesine hükmetmiştir.
Davalı Kurum istinaf talebinde bulunmuştur. Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 9. Hukuk Dairesi (Bölge Adliye Mahkemesi) 4/4/2017 tarihli kararıyla mahkeme kararını kaldırılmış; 7.000 TL maddi ve 20.000 TL manevi olmak üzere toplam 27.000 TL tazminatın yasal faiziyle birlikte davalıdan alınarak başvurucuya verilmesine, kalan tazminat taleplerinin zamanaşımı nedeniyle reddine karar vermiştir. Karar gerekçesinin ilgili kısmı şu şekildedir.
"Tespit edilen kusur oranına göre davacıya SGK tarafından bağlanan gelirin ilk peşin sermaye değeri kusur oranında düşülmek suretiyle işçinin hesap bilirkişisi tarafından karşılanmamış gerçek zararı 121.312,31 TL olarak tespit edilmiştir.
Davalının olayın meydana gelmesindeki %70 kusur oranı, olay tarihi, paranın satın alma gücü, tarafların sosyal ve ekonomik durumu ile yaralanma olayının kişi üzerindeki etkileri, %37,2 oranındaki maluliyet oranı dikkate alındığında mahkemece tespit edilen 20.000,00 TL manevi tazminat miktarı yerindedir.
Davacı Ankara 1. İş Mahkemesinin 2007/749 esas sırasında açmış olduğu kısmi davası devam ederken davalı aleyhine Ankara 19. İş Mahkemesinin 2015/24 esas sırasında 31/12/2014 tarihinde kısmi maddi tazminat ile manevi tazminat istemli olarak açmış olduğu ek davasına karşı davalı taraf süresi içerisinde zamanaşımı savunmasında bulunmuştur.
Yine davalı taraf, davacı tarafça harç tamamlama olarak nitelendirilmiş olsa bile Ankara 1. İş Mahkemesinin 2007/749 esas sayılı davasının açıldığı tarihte mülga Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu yürürlükte olup bu kanunda belirsiz alacak davası diye bir dava türü yer almadığından sonradan 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu yürürlükte olduğu dönem açılan ek dava asıl davanın devamı niteliğinde olup bu dava dosyası ile de birleştirildiğinden davacı tarafça yapılan işlem gerçekte ıslah işlemidir. Yargıtay'ın yerleşik içtihatları da bu yöndedir. Davacı tarafça 08/11/2016 tarihli ıslaha karşı davalı taraf süresi içerisinde zamanaşımı savunmasında bulunmuştur.
Meydana gelen iş kazası 05/01/2005 tarihinde gerçekleşmiştir. Dava konusu olayda bir meslek hastalığı nedeniyle malüliyetin artması söz konusu değildir. Uyuşmazlık bu tür davalarda gerek yürürlükten kalkan 818 sayılı Borçlar Kanununun 125. maddesi ve gerekse yürürlükteki 6098 sayılı yasanın 146. maddesi gereğince uygulanmakta olan 10 yıllık zaman aşımı süresinin hangi tarihte başlatılması gerektiği noktasında toplanmaktadır.
Uygulama ve öğretide kabul edildiği üzere, zamanaşımı failin ve zararın öğrenildiği tarihten başlatılmalıdır. Zarar görenin zararı öğrenmesi demek, zararın varlığı, mahiyeti ve esaslı unsurları hakkında bir dava açma ve davanın gerekçelerini göstermeye elverişli bütün hal ve şartları öğrenmiş olması demektir. Vücut bütünlüğünün ihlalinden doğan zarar, ancak bakım ve tedavi sonucunda düzenlenen hekim raporuyla belirli bir açıklığa kavuşur. Bedensel zararın gelişim, gösterdiği durumlarda zamanaşımına başlangıç olarak hastalık seyrinin yani gelişimin tamamlandığı tarihin esas alınması gerekir. Somut olayda davacı forkliftin bıçağı üzerinden düşerek kafasının sol bölgesi ile sol gözünden yaralanması nedeniyle görme yetisinde kısmi bir kayıp oluşan davacı bakımından değişen ve gelişen bir durumun söz konusu olmadığı ve en geç bu tarihte zararın öğrenildiği ortadadır.
Davacının ıslah dilekçesinde ileri sürdüğü, istemin sonucunun artırılması şeklinde olsa da, yeni bir dava niteliğindedir. O halde ıslah dilekçesiyle artırılan talep için yeni bir dava da ileri sürülmesi gereken tüm itiraz ve def'ilerin ileri sürülmesi mümkündür. Davacı tarafından 08/11/2016 tarihinde maddi tazminat isteminin ıslah yoluyla artırılması üzerine, süresi içerisinde davalı tarafından ileri sürülen zamanaşımı def'i nin kabul edilerek ıslahen artırılan miktara ilişkin maddi tazminat talebinin reddi gerekmektedir.
Davacının hak kazandığı maddi tazminat alacağı 121.312,31 TL ise de ıslaha karşı yapılan zamanaşımı savunması nazara alındığında, Ankara 1. İş Mahkemesinin 2007/749 esas sayılı dosyasında talep edilen 2.000,00 TL ile birleşen Ankara 19. İş Mahkemesinin 2015/24 esas sayılı dosyasında talep edilen 5.000,00 TL olmak üzere toplam 7.000,00 TL maddi tazminat alacağı hüküm altına alınmıştır. Bakiye kısım ise zamanaşımı nedeniyle reddedilmiştir."
Bölge Adliye Mahkemesi kararında, reddedilen maddi tazminat miktarı üzerinden başvurucu aleyhine 11.894,98 TL nispi vekâlet ücretine hükmetmiştir.
Başvurucu ve davalı Kurum tarafından temyiz edilen karar, Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin 13/11/2018 tarihli kararı ile onanarak kesinleşmiş; nihai karar başvurucuya 21/11/2018 tarihinde tebliğ edilmiştir.
Başvurucu 21/12/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
IV. İLGİLİ HUKUK
A. Ulusal Hukuk
1. Kanun Hükümleri
Dava tarihinde yürürlükte bulunan 18/6/1927 tarihli ve 1086 sayılı mülga Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 83. maddesi şöyledir:
''İki taraftan her biri usule mütaallik olarak yaptığı muameleyi tamamen veya kısmen ıslah edebilir. Aynı davada her taraf ancak bir kere ıslah hakkını kullanabilir.''
1086 sayılı mülga Kanun'un 84. maddesi şöyledir:
''lslah, tahkikata tabi olan davalarda tahkikat bitinciye kadar ve tabi olmıyanlarda muhakemenin hitamına kadar yapılabilir.''
Karar tarihinde yürürlükte bulunan 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 107. maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkraları şöyledir:
"Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir.
Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilir."
6100 sayılı Kanun'un 176. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:
"Taraflardan her biri, yapmış olduğu usul işlemlerini kısmen veya tamamen ıslah edebilir."
6100 sayılı Kanun'un 177. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:
'' Islah, tahkikatın sona ermesine kadar yapılabilir.''
25. 22/4/1926 tarihli ve 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu'nun dava tarihi itibarıyla yürürlükte olan 125. maddesi şöyledir:
''Bu kanunda başka suretle hüküm mevcut olmadığı takdirde, her dava on senelik müruru zamana tabidir.''
Karar tarihinde yürürlükte bulunan 11/1/2011 tarihli ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun 146. maddesi şöyledir:
''Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, her alacak on yıllık zamanaşımına tabidir.''
6100 sayılı Kanun'un 448. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir:
"Bu Kanun hükümleri, tamamlanmış işlemleri etkilememek kaydıyla derhâl uygulanır."
2. Yargıtay Kararları
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 16/3/2016 tarihli ve E.2014/4-896, K.2016/332 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"…
Davanın kısmen ıslahı durumunda ise davacı; kısmi davada saklı tuttuğu fazlaya ilişkin haklarını, ek bir dava açarak isteyebileceği gibi, müddeabihin arttırılmasını önleyen yasal düzenlemenin yukarıda belirtilen Anayasa Mahkemesinin kararı ile ortadan kalkmasından yararlanarak müddeabihi aynı davada kısmi ıslah dilekçesi verip harcını yatırmak suretiyle arttırabilecektir.
Bu aşamada açıklanması gereken diğer bir husus zamanaşımının kesilmesi konusudur. Bir davanın açılması halinde zamanaşımı kesilir (Mülga 818 sayılı BK.m.133/2). Ancak, kesilen zamanaşımı, kesilme tarihinden başlayarak yeniden işler (Mülga 818 sayılı BK.m.135/1). Dava ile kesilmiş zamanaşımı, davanın devamı süresinde taraflardan birinin yargılamaya ilişkin her bir işleminden ve hâkimin her emir ve hükmünden itibaren yeniden cereyana başlar.
Öğretide, kısmi davada dava edilmeyen alacak kesimi için, fazlaya ilişkin hakkın saklı tutulmuş olmasının zamanaşımını kesmeyeceği kabul edilmektedir (Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, Altıncı Baskı, Cilt:II s.1541 vd.; Pekcanıtez Hakan/Atalay Oğuz/Özekes Muhammet, Hukuk Muhakemeleri Kanununa Göre Medeni Usul Hukuku, 12.Bası, s.321). Kısmi dava açılması halinde zamanaşımı yalnız alacağın kısmi dava konusu yapılan miktarı için kesilir (HGK’nun 20.3.1968 gün ve E:1968/9-210, K:151; 3.7.2002 gün ve E:2002/9-564, K:572; 9.10.2002 gün ve E:2002/9-809, K:802; 06.03.2013 gün ve E:2012/4-824, K:2013/305 sayılı ilamları)
…"
Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin 2/6/2015 tarihli ve E.2014/26428, K.2015/12635 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"…
iş kazası sonucu sürekli iş göremezlik veya ölüm nedeniyle uğranılan zararların giderilmesi amacıyla açılan maddi ve manevi tazminat davalarında zamanaşımı süresi 818 sayılı Borçlar Kanunu'nun 125. ve 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 146. maddeleri gereğince 10 yıldır. Uygulama ve öğretide kabul edildiği üzere, zamanaşımı failin ve zararın öğrenildiği tarihten başlatılmalıdır. Zarar görenin zararı öğrenmesi demek, zararın varlığı, mahiyeti ve esaslı unsurları hakkında bir dava açma ve davanın gerekçelerini göstermeye elverişli bütün hal ve şartları öğrenmiş olması demektir.
Somut olayda, zararlandırıcı olayın iş kazası olduğu sabit olup, davalılar asıl işveren Gediz Elektrik A.Ş. ile alt işveren V.Y. yönünden zamanaşımı süresinin 818 sayılı Borçlar Kanunu'nun 125. gereğince kaza tarihinden itibaren 10 yıl olduğu ve dava tarihi olan 18.09.2009 tarihi itibariyle zamanaşımı süresinin dolmadığı, ayrıca haksız eylem sorumlusu davalılar Y.Y. ve İ.A.'nın da davaya karşı zamanaşımı def'ilerinin bulunmadığı anlaşıldığından, Mahkemece işin esasına girilerek bir karar verilmesi gerekirken, hatalı değerlendirme ile davanın zamanaşımından reddine karar verilmesi doğru olmamıştır
…"
30. Yargıtay 22. Hukuk Dairesinin 27/2/2017 tarihli ve E.2017/5677, K.2017/3827 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"…
Zamanaşımı, alacak hakkının belli bir süre kullanılmaması yüzünden dava edilebilme niteliğinden yoksun kalmasını ifade eder. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere zamanaşımı, alacak hakkını sona erdirmeyip sadece onu 'eksik bir borç' haline dönüştürür ve 'alacağın dava edilebilme özelliği'ni ortadan kaldırır.
Uygulamada, fazlaya ilişkin hakların saklı tutulması, dava açma tekniği bakımından, tümü ihlal ya da inkâr olunan hakkın ancak bir bölümünün dava edilmesi, diğer bölümüne ait dava ve talep hakkının bazı nedenlerle geleceğe bırakılması anlamına gelir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca benimsenmiş ilkeye göre, kısmi davada fazlaya ilişkin hakların saklı tutulmuş olması, saklı tutulan kesim için zamanaşımını kesmez, zamanaşımı, alacağın yalnız kısmi dava konusu yapılan miktar için kesilir.
Dava konusunun ıslah yoluyla arttırılması durumunda, mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu hükümlerinin uygulandığı dönemde, ıslah dilekçesinin tebliğini izleyen ilk oturuma kadar ya da ilk oturumda yapılan zamanaşımı defi de ıslaha konu alacaklar yönünden hüküm ifade eder. Ancak 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 01.10.2011 tarihinden sonraki uygulamada, 371/2 ve 319. maddeler uyarınca ıslah dilekçesinin davalı tarafa tebliği üzerine iki haftalık süre içinde ıslaha konu kısımlar için zamanaşımı definde bulunulabileceği kabul edilmelidir.
…"
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 17/10/2019 tarihli ve E.2017/11-11, K.2019/1071 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"…
Belirsiz alacak davası ise hukukumuza ilk kez 6100 sayılı HMK ile girmiştir. Bu Kanun’un 107/1’inci maddesinde; 'Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir.' düzenlemesi mevcuttur. Ancak yukarıdaki açıklamalar ışığında eldeki davada, dava dilekçesinin mahkemeye verilmesi ve gerekli harçların yatırılması ile dava açma işlemi tamamlanmış olduğundan 6100 sayılı HMK ile getirilen belirsiz alacak davasına ilişkin hükümler uygulanamayacaktır. Başka bir deyişle 1086 sayılı HUMK’nın yürürlükte olduğu dönemde fazlaya ilişkin haklar saklı tutularak kısmi dava şeklinde açılan eldeki davanın, 6100 sayılı HMK’nın yürürlüğe girmesiyle kendiliğinden belirsiz alacak davasına dönüşeceği kabul edilemez. Ayrıca 1086 sayılı HUMK’nın yürürlükte olduğu dönemde açılan davalar 6100 sayılı HMK’nın yürürlüğe girmesinden sonra kısmi ıslahla belirsiz alacak davasına dönüştürülemeyeceği gibi tam ıslahla dahi belirsiz alacak davası hâline gelmez. Zira davanın tamamen ıslahında, tamamen ıslah edilen dava, ilk açılan davanın devamı niteliğinde olduğundan, ilk dava tarihinde açılmış kabul edilecek ve ilk dava tarihinde yürürlükte olan usul hükümleri uygulanacaktır.
Ne var ki davacının açıkça ıslah kurumunu işlettiği eldeki dava, 6100 sayılı HMK’nın yürürlüğe girdiği tarihten önce açılmış olmakla birlikte 6100 sayılı HMK ile hukukumuza giren belirsiz alacak davasına ilişkin düzenlemenin somut uyuşmazlıkta uygulanabilirliği bulunmamaktadır.
…"
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 17/11/2020 tarihli ve E.2019/17-853, K.2020/907 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir:
"…
Alacağın yalnızca bir bölümü için açılan davaya kısmi dava denir. Bir davanın kısmi dava olarak nitelendirilebilmesi için, alacağın tümünün aynı hukuki ilişkiden doğmuş olması ve alacağın şimdilik belirli bir kesiminin dava edilmesi gerekir. Diğer bir söyleyişle, bir alacak hakkında daha fazla bir miktar için tam dava açma imkânı bulunmasına rağmen, alacağın bir kesimi için açılan davaya, kısmi dava denir. Kısmi dava açılabilmesi için talep konusunun bölünebilir olması gerekli olup, açılan davanın kısmi dava olduğunun dava dilekçesinde açıkça yazılması gerekmez. Dava dilekçesindeki açıklamalardan davacının alacağının daha fazla olduğu anlaşılıyor ve istem bölümünde 'fazlaya ilişkin haklarını saklı tutması' ya da 'alacağın şimdilik şu kadarını dava ediyorum' şeklinde bir ifadeye yer verilmiş ise, bu husus, davanın kısmi dava olarak kabulü için yeterli sayılmaktadır …
…
Dava şartları ise, mahkemenin davanın esası hakkında yargılama yapabilmesi için gerekli olan unsurlardır. Diğer bir anlatımla, dava şartları dava açılabilmesi için değil, mahkemenin davanın esasına girebilmesi için aranan kamu düzeni ile ilgili zorunlu koşullardır. Mahkeme, hem davanın açıldığı tarihte hem de yargılamanın her aşamasında dava şartlarının bulunup bulunmadığını kendiliğinden araştırıp inceler ve bu konuda tarafların istem ve beyanları ile bağlı değildir. Dava şartlarının davanın açıldığı tarih itibariyle bulunmaması ya da bu şartlardan birinin yargılama aşamasında ortadan kalktığının öğrenilmesi durumunda mahkemece mesmu (dinlenebilir) olmadığı gerekçesiyle davanın reddedilmesi gerekir.
…
HMK’nın 115. maddesinin ikinci fıkrasına göre ise 'Mahkeme, dava şartı noksanlığını tespit ederse davanın usulden reddine karar verir. Ancak, dava şartı noksanlığının giderilmesi mümkün ise bunun tamamlanması için kesin süre verir. Bu süre içinde dava şartı noksanlığı giderilmemişse davayı dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddeder'. Bu düzenleme gereğince, eksik olan bir dava şartı, belirli bir süre verilerek giderilebilecek ise, hâkim tarafından eksikliğin giderilmes