Yargı Kararları

RÜCUAN TAZMİNAT

SAYILAR

Esas No : 2008/10-402
Karar No : 2008/411
Tarihi : 28.05.2008
İlgili Kanun/Madde : 505 S.SK/26
Yargı Yeri: T.C YARGITAY Hukuk Genel Kurulu

Ek Başlıklar : l RÜCUAN TAZMİNAT l İLK PEŞİN SERMAYE DEĞERİNİN DİKKATE ALINMASI l SİGORTA ŞİRKETİNİN HASIM OLARAK GÖSTERİLMESİNİN GEREKMESİ

Tam Metin

İlgili Kanun / Madde
505 S.SK/26

T.C
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
 
Esas No. 2008/10-402
Karar No. 2008/411
Tarihi: 28.05.2008                     

l RÜCUAN TAZMİNAT
l İLK PEŞİN SERMAYE DEĞERİNİN DİKKATE ALINMASI
l SİGORTA ŞİRKETİNİN HASIM OLARAK GÖSTERİLMESİNİN GEREKMESİ

ÖZETİ: İşveren Sorumluluk Sigortası Genel Şartlarının 8. maddesinde; iş kazasından dolayı, sigorta ettiren dava yolu ile veya sair suretle bir tazminat talebi karşısında kalır veya aleyhine cezai takibata geçilirse, keyfiyetten sigortacıyı derhal haberdar etmek ve tazminat talebine ve cezai takibata müteallik olarak almış olduğu ihbarname, davetiye gibi bilcümle tebliğnameleri derhal sigortacıya tevdi etmek, dava açılması halinde davanın takip ve idaresi için sigortacının göstereceği avukata lazım gelen vekaletnameyi verme yükümlülüğü, 9. maddesinde; dava açılması halinde, davanın takip ve idaresi sigortacıya ait olacağı hükme bağlanmıştır.
Belirtilen tüm bu olgular dikkate alındığında, B. Sigorta A.Ş.'nin davada husumet ehliyetinin bulunduğunun kabulü isabetlidir
Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararları Resmi Gazete'de yayınlandıktan sonra yürürlüğü girmekte olup, yasama, yürütme ve yargı organları, idari makamlar, gerçek ve tüzel kişileri bağlayacağı açıktır (Anayasa m. 153). Diğer taraftan Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 76. maddesinde "Hakim re'sen Türk Kanunları mücibince hüküm verir" yönündeki yasal ilke gözetildiğinde, Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararlarının, kesin hüküm halini almamış (derdest) davalar yönünden uygulanmasının zorunluluğu ortadadır.
İptal kararı ile ortaya çıkan bu maddi ve hukuki olgular karşısında kurumun rücu hakkı, kanun gereğince sigortalıya veya hak sahiplerine yapılan veya ileride yapılması gerekli bulunan her türlü giderlerin toplamı ile gelir bağlanırsa, bu gelirin ilk peşin sermaye değeri ile sınırlı bulunmaktadır.

DAVA: Taraflar arasındaki "rücuan alacak" davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Mersin İş Mahkemesi'nce davanın kabulüne dair verilen 29.11.2002 gün ve 1054-1032 sayılı kararın incelenmesi taraf vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 10. Hukuk Dairesi'nin 03.07.2007 gün ve 8579-11481 sayılı ilamı ile;
(… 1- Davalı B. Sigorta A.Ş. yönünden; davanın yasal dayanağını oluşturan 506 Sayılı Yasa'nın 26. maddesinde tazminle sorumluluğa olanak veren yasal düzenleme, kusura dayalı sorumluluk halini düzenlemektedir. Mahkemece hükme esas alınan 20.03.2002 tarihli kusur raporunda dayalı B. Sigorta A.Ş.'ne yüklenen kusur bulunmaması karşısında, hakkındaki davanın reddi gereğinin gözetilmemiş olması isabetsizdir.
2- Dava, iş kazasından doğan rücu tazminatı istemine ilişkin olup, yasal dayanağı oluşturan, 506 Sayılı Kanunun 26. maddesindeki "Halefiyet" ilkesi uyarınca, kurumun rücu alacağı, hak sahiplerinin tazmin sorumlularından, isteyebileceği maddi zarar ( tavan ) miktarı ile sınırlı iken; Anayasa Mahkemesi' nin 23.11.2006 gün ve 2003/10 Esas ve 2006/106 sayılı kararı ile anılan yasa maddesinin birinci fıkrasında yer alan”… sigortalı veya hak sahibi kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarla sınırlı olmak üzere." bölümünün Anayasa'ya aykırılık nedeniyle iptaline karar verilmiştir.
Anayasa'nın 152 ve 153. maddelerinde öngörülen düzenlemelere göre; "Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararları'nın" Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girmesi ile birlikte, elde bulunan ve kesinleşmemiş tüm davalarda uygulanmasının zorunlu olması karşısında, "iptal kararının" Resmi Gazete'de yayınlandığı 21.03.2007 tarihinden sonra; Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunun 76. maddesi uyarınca, yürürlükteki yasaları uygulamakla yükümlü bulunan mahkemelerin ve giderek Yargıtay'ın, iptal kararı ile keenlemyekun ( yok hükmünde ) olan ve böylece yürürlükten kalkan bir yasa maddesine dayanarak inceleme yapma ve karar verme yetkilerinin bulunmadığının kabulü doğal olup, bu yönde bir uygulama yapılmasına cevaz yoktur. ( İÇ, BBGK.'nun 1960/21 Esas ve 9 sayılı kararı; HGK.'nun . 21.01.2004/10-44 Esas ve 19 sayılı; ayrıca 07.04.2004 gün, 214 E ve 19 sayılı ve 2004/448 Esas ve 461 sayılı kararları ).
Gerçekten de, usuli kazanılmış hak gereğince uygulanması gereken bir kanun hükmü, sonradan ( karar kesinleşmeden önce ) Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilirse; artık usuli kazanılmış hakka göre değil; aksine, usuli kazanılmış hakkın istisnası olarak; iptal kararından sonra oluşan yeni hukuki duruma göre karar verilmesi gereği vardır. ( Kuru, S. 4784 )
Şu hale göre; 26. maddede sayılan koşullarda kurumu sigortalının ardıl'ı (halefi) olarak kabul eden anılan yasa maddesinin 1. fıkrasındaki "itiraz konusu" kuralın iptalinden sonra bu madde uyarınca açılan davalarda artık "halefiyet ilkesi'ne" dayanılamayacağı, kurumun rücu hakkının hukuki temelinin (halefiyet değil ) bundan böyle; yasadan doğan, sigortalı ya da hak sahibi kimselerin alacaklarından bağımsız, kendine özgü "Basit Rücu" hakkına dönüşmüş olmasının kabulüyle; bu aşamadan sonra; zararlandırıcı sigorta olayı nedeniyle, sigortalı veya hak sahiplerine kurum tarafından bağlanan gelirin ( başladığı tarihteki ) ilk peşin sermaye değerinin, tazmin sorumlularının (işverenin) kusuruna isabet eden miktarıyla sınırlı şekilde hüküm kurulması gerekir. Nitekim bu yönler, Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararının gerekçesine yansıdığı şekilde "…kanuna uymayan eylemi nedeniyle, hukuksal yaptırıma maruz kalan ve bunun sonucu olarak da bağlanan gelirlerin sermaye değerini kuruma ödeyen, böylece olayla bağlantısı (ilişkisi) kesilen işverenin; kanun, kanun hükmünde kararname ve kararlarla getirilen katsayılarla, sigortalıya önceden bağlanan gelirlerde sonradan yapılacak artışlardan ve bu artışların peşin sermaye değerinden sorumlu tutularak; sürekli dava tehdidi altında bulundurulması, sosyal güvenlik kuruluşlarına ait olması gereken risklerin, işverene yükletilmesi; hakkaniyet ve sorumluluk ilkeleriyle bağdaşmadığı gibi "Sosyal Hukuk Devleti" prensiplerine de aykırılık oluşturur … " denilerek; gelirlerdeki artışların tazmin sorumlularından (işverenlerden) istenemeyeceği; kesin bir anlatımla ortaya konmuştur.
Anayasa Mahkemesi kararlarının gerekçeleriyle (konuyu açıklayıcı özelliği itibariyle, her kesimi bu arada mahkemeleri) de bağlayıcı olduğu hususu gözetildiğinde; iptal kararı ile birlikte ortaya çıkan, bu yeni hukuki durum itibariyle; konuya uygulama açısından açıklık getirmek gerekirse; öncelikle, kurumun rücu hakkının hukuksal temeli halefiyete değil kanundan doğan (basit) rücu hakkına dayandığının kabul edilmesiyle birlikte; artık ilk peşin değerli gelirlerin (bağlandığı tarih itibariyle) her bir hak sahibi yönünden tazmin sorumluluğunun kusuruna isabet eden miktarla sınırlı şekilde hüküm kurulması gereği vardır. Bu durumda açıklıkla söyleyebiliriz ki, ilk peşin sermaye değerli gelirlerdeki artışların istenemeyeceğinde kuşku ve duraksamaya yer yoktur.
Hemen belirtmek gerekirse, bundan sonra 506 Sayılı Yasa uyarınca açılan rücuan tazminat davalarına ilişkin olarak süregelen uygulamada olduğu üzere; maddi zarar (tavan) hesabı yapılması gerekmediği gibi; 506 Sayılı Yasanın 10. maddesinin uygulanmasını gerektiren durumlarda da Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararından önceki, süregelen içtihatlarla oluşturulup uygulanan prensiplerde temel farklı bir yaklaşım bulunmamaktadır. Ancak, 10. madde uygulamasında artık, tavan zarar hesabı yerine, kurumun sigortalıya başlangıçta bağladığı ilk peşin sermaye değeri üzerinden hesaplama yapılmasında herhangi bir tereddüt olmamalıdır. Ayrıca yapılan tüm hesaplama uygulamalarında; tazmin sorumlusunun, sigortalıya ya da hak sahiplerine yapmış olduğu, her türlü ödeme ve ibranın da kurumun rücu alacağından düşülmesine imkan bulunmadığı göz önünde tutulmalıdır.
Öte yandan, kurumun bundan böyle artık (halef sıfatı olmadığı) sigortalının alacağından bağımsız, kanundan doğan rücu hakkına sahip olduğu gözetilerek; sigortalı veya hak sahipleri tarafından tazmin sorumluları aleyhine açılan tazminat davasında alınan kusur ve hesap raporu, rücu davasında bağlayıcı olmayıp; güçlü delil niteliğinde sayılması gerekir. Ancak, bu aşamada ilave edelim ki kesinleşen önceki rücu davalarında hükmolunan miktarın mahsubu yapılırken, sigortalıya bağlanan gelirin ilk peşin sermaye değerinin esas alınması gerektiğinin; şayet ilk peşin sermaye değerli gelirle birlikte artışlara da hükmedilmişse, artışların hükmolunacak rücu tazminatından mahsup edilmesine olanak bulunmadığı da göz ardı edilmemelidir. Bu çerçevede meseleye fiili ödemeler açısından bakıldığında ise fiili ödemenin mevcudiyeti halinde, kurumun talep edebileceği miktarın hesabının da aynı şekilde gerçekleştirilmesi gerekmekte olup; şayet ilk peşin sermaye değerli gelirin kusur karşılığı, fiili ödeme miktarından düşük ise o taktirde ilk peşin sermaye değerine itibar edilmeli; aksine fiili ödeme miktarı ile peşin değerden düşük ise o taktirde de fiili ödeme miktarı esas alınmalıdır.
Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararından sonra, 506 Sayılı Yasaya dayalı atarak işverenler aleyhine açılan rücuan tazminat davalarında; süregelen mevcut uygulama dışında, herhangi bir etkileşim ve değişim öngörülmediğinden, Borçlar Kanunu'nun 332/I. maddesinde belirtilen işçi-işveren arasındaki akde aykırılık eylemleri ve bu çerçevede maddenin 2. fıkrası gereğince işverenin akde aykırı davranışları ( İşçi sağlığı ve iş güvenliğinin gerektirdiği önlemlerin alınmaması vs.) sonucu, 26/I. maddeyle vaki ilişkilendirme, bir bakıma akde aykırı hareketten doğan tazminat davaları hakkındaki hükümlere tabi olmakla; zamanaşımının, süregelen eski uygulamalar gibi, işverenler açısından Borçlar Kanunu'nun 125. maddesine göre belirlenmesi gerektiğinde; ayrıca, zararlandırıcı sigorta olayına neden olan 3. şahıslar yönünden ise, Borçlar Kanunun 60. maddesinde öngörülen haksız fiil zamanaşımına tabi olduğunda tereddüt yoktur. Bu arada zamanaşımının başlangıcı konusuna gelince; 506 Sayılı Yasada zamanaşımının (özel olarak) düzenlenmediği düşünüldüğünde; genel hükümler çerçevesinde çözüm arama gereği vardır. Gerçekten de Borçlar Kanunu'nun 128. maddesinde: "Zamanaşımı, alacağın muaccel olduğu zamanda başlar" denilmektedir. Kurum açısından alacak hakkı, bağladığı gelirin yetkili organ tarafından onaylandığı tarihte ödenebilir hale geleceğinden, muacceliyet'in onay tarihi olacağı açıktır. O halde, 26. maddeye ilişkin davalarda zamanaşımı, masraflar için sarf; gelirler için ise ilk peşin sermaye değerinin başlangıçtaki gelir bağlama onay tarihinden başlatılmalıdır.
Faiz başlangıcının da, aynı şekilde, ilk peşin değerli gelire ait tahsisin onay tarihi olduğunda kuşku yoktur.
Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararı ile ortaya çıkan bu maddi ve hukuki olgular gözetilerek, iş kazası sonucu sigortalıya veya sigortalının hak sahiplerine bağlanan gelirlerin ilk peşin sermaye değerinin açıklanan ilkeler doğrultusunda tazminine olanak bulunan kısmının tespiti ile sonucuna göre karar verilmesinde yasal zorunluluk bulunduğundan, yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.
O halde, davacı kurum ile davalılardan S. Martı Ltd. Şti. ve B. Sigorta A.ş. vekillerinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır… ),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu'nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, zararlandırıcı sigorta olayı nedeniyle oluşan kurum zararının rücuan tahsili istemine ilişkindir.
Yerel mahkemece, sigortalının tavan zararı dikkate alınarak davalıların müştereken ve müteselsilen sorumluluğuna karar verilmiştir.
Özel Dairece; yukarıda yazılı gerekçelerle verilen bozma kararına karşı yerel mahkemece direnilmektedir.
Uyuşmazlık; işveren sorumluluk sigortası kapsamında davalı sigorta şirketinin poliçe limitiyle sınırlı olarak sorumluluğuna karar verilip verilmeyeceği ile yasal düzenlemeler karşısında davalı işverenin sorumluluğunun kapsamının belirlenmesi noktalarında toplanmaktadır.
I- Düzenlenen 17.01.2008 günlü tutanakta; direnmeye ilişkin kısa kararda adı geçen zabıt katibinin farklı bir işe atanması nedeniyle gerekçeli kararın diğer katip tarafından yazılarak imzalandığı belirtilmektedir.
Tutanağın duruşmaya katılan zabit katibi tarafından imzalanacağı kuşkudan uzaktır (HUMK m. 152). Zorunlu nedenlerle yalnız hüküm sonucunun tefhim edildiği hallerde, gerekçeli kararın tefhim tarihinden başlayarak onbeş gün içerisinde yazılması gerekir ( HUMK m. 381/son ). HUMK 388/5. maddesinde, kararın hakim ve tutanak katibince imzalanması gerektiği belirtilmiş, gerekçeli hükmün duruşmaya katılan katibe yazdırılacağı ve onun tarafından imzalanacağı yönünde bir zorunluluk öngörülmemiştir. Hükmün gerekçesinin duruşmaya katılan dışında başka bir tutanak katibince yazılıp imzalanmasında hukuka aykırılık bulunmamaktadır.
II- Davalı sigorta şirketi hakkında açılarak birleştirilen davada, sigortacı şirketin kusuruna değil, işveren sorumluluk sigortasına (poliçesine) dayanılmaktadır.
Kural olarak mali sorumluluk sigortası, sigorta ettiren tarafından, ileride zarara uğrayacak kimseler lehine değil, bizzat kendi yararı gözetilerek, ileride ödenmek zorunda kalınacak tazminattan dolayı mamelekinde meydana gelebilecek eksilmeyi güvence altına almak amacıyla yapılan bir sigorta türü olarak kabul edilir. Türk Ticaret Kanunu'nda düzenlenmemiş olan işveren sorumluluk sigortası ile de, meydana gelecek iş kazaları sonucunda işverenin hukuki sorumluluğu dolayısıyla ödemek zorunda kalacağı tazminat miktarının poliçede yazılı limitlerle temini amaçlanmaktadır. Sigortalıların iş kazasından kaynaklanan zararlarının (devredilen SSK) Sosyal Güvenlik Kurumu'nca karşılanması sonrasında, işverene rücu edilmesi mümkün olan hallerde, işveren sorumluluk sigortası ile işverenin ödemesi gereken tazminat miktarı karşılanmaktadır. İşveren sorumluluk sigortasının, hem işçinin, hem de işverenin zararlarını karşılama gibi ikili fonksiyonu ve amacı bulunmaktadır.
Sigorta ettiren konumunda bulunan davalı işverenin eylemlerinden kaynaklanan zararlarda üçüncü kişilerin, bu kapsamda davacı kurumun sigortacıya karşı doğrudan talep ve dava hakkı bulunmaktadır.
Kaldı ki: İşveren Sorumluluk Sigortası Genel Şartlarının 8. maddesinde; iş kazasından dolayı, sigorta ettiren dava yolu ile veya sair suretle bir tazminat talebi karşısında kalır veya aleyhine cezai takibata geçilirse, keyfiyetten sigortacıyı derhal haberdar etmek ve tazminat talebine ve cezai takibata müteallik olarak almış olduğu ihbarname, davetiye gibi bilcümle tebliğnameleri derhal sigortacıya tevdi etmek, dava açılması halinde davanın takip ve idaresi için sigortacının göstereceği avukata lazım gelen vekaletnameyi verme yükümlülüğü, 9. maddesinde; dava açılması halinde, davanın takip ve idaresi sigortacıya ait olacağı hükme bağlanmıştır.
Belirtilen tüm bu olgular dikkate alındığında, B. Sigorta A.Ş.'nin davada husumet ehliyetinin bulunduğunun kabulü isabetlidir.
Ne var ki; davalı sigortacı şirketin sorumluluğu poliçe limitiyle sınırlı bulunmasına karşın, kurum zararının tamamından, davalı işveren ile birlikte müştereken ve müteselsilen sorumluluğuna hükmedilmiş olması bozma nedenidir.
III- Anayasa Mahkemesi'nin 21.03.2007 gün ve 26469 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 23.11.2006 gün ve 2003/10 Esas, 2006/106 sayılı kararı ile, 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu'nun 26. maddesinin birinci fıkrasında yer alan ve gelir artışlarından doğan kurum zararının işverenden tahsiline olanak tanıyan “… sigortalı veya hak sahibi kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarlarla sınırlı olmak üzere…” bölümü Anayasa'nın "sosyal devlet" ve "hukuk devleti" ilkelerine aykırı bulunarak iptaline karar verilmiştir.
Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararları Resmi Gazete'de yayınlandıktan sonra yürürlüğü girmekte olup, yasama, yürütme ve yargı organları, idari makamlar, gerçek ve tüzel kişileri bağlayacağı açıktır ( Anayasa m. 153 ). Diğer taraftan Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 76. maddesinde "Hakim re'sen Türk Kanunları mücibince hüküm verir" yönündeki yasal ilke gözetildiğinde, Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararlarının, kesin hüküm halini almamış ( derdest ) davalar yönünden uygulanmasının zorunluluğu ortadadır.
İptal kararı ile ortaya çıkan bu maddi ve hukuki olgular karşısında kurumun rücu hakkı, kanun gereğince sigortalıya veya hak sahiplerine yapılan veya ileride yapılması gerekli bulunan her türlü giderlerin toplamı ile gelir bağlanırsa, bu gelirin ilk peşin sermaye değeri ile sınırlı bulunmaktadır ( Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 12.12.2007 gün ve 2007/10-973-975 sayılı kararı ).
Yerel mahkemece, yukarıda açıklanan maddi ve yasal olgular dikkate alınarak yapılacak inceleme ve araştırma ile hüküm kurulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Belirtilen nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Taraf vekillerinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda açıklanan ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K.'nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının davalılara iadesine, 28.05.2008 gününde oybirliğiyle karar verildi.